1995 – 2022… 33 TV Dizisi
1996 – 2022… 25 Sinema Filmi
27 yılda toplam 58 yapım.
Tiyatro oyunları hariç.
Kamera önü oyunculukta yıllık ortalaması 2.1 yapım.
1995’te ‘Çiçek Taksi’de, 1996’da ise ‘Eşkıya’da küçük rollerle başladığı kamera önü oyunculuğunda hatırı sayılır bir kariyer edindi.
Rol aldığı yapım sayısından da anlaşılan o ki yapımcıların fazlaca tercih ettiği bir oyuncu.
Üstelik sosyal medya hesaplarının takipçi sayısı astronomik değil.
Instagram’da topu topu 52 bin 300 takipçisi var.
Twitter’daki takipçi sayısı ise sadece 9.186…
Son zamanlarda sıkça gündeme gelen ‘yapımcılar oyunculara sosyal medya hesaplarındaki takipçi sayısına göre rol veriyor’ tezine aykırı bir tablo çiziyor.
Hakan Bilgin…
Kapat
Pause
Unmute
Remaining Time 0:01 / 23:25Fullscreen
Zamansızlıktan veya senaryoyu sevmediği için geri çevirmek zorunda kaldığı teklifleri de göz önünde bulunduracak olursak Hakan Bilgin, bayağı bayağı sosyal medya üstü bir oyuncu.
Bazı oyuncular öyledir.
Yapımcılar, onların sosyal medya hesaplarının takipçi sayısıyla ilgilenmez.
Çünkü onlar oyunculuklarını, mesleklerine duydukları saygıyı, işlerine olan sevgilerini çoktan gözler önüne sermiştir.
Yapımcılar bilir ki, öyle oyuncular canlandıracakları rolleri en iyi şekilde ekrana veya beyazperdeye yansıtır.
Yapımcılar bilir ki, öyle oyuncular sorun çıkarmaz.
Hakan Bilgin, ‘Berber Hüseyin’i canlandırdığı , ‘Çakallarla Dans’ serisinin altıncı filmi için izleyicilerin karşısına çıktı.
Murat Şeker’in yönettiği, Ali Tanrıverdi ile birlikte senaryosunu da yazdığı, SugarWorkz - TAFF Pictures ortak yapımı ‘Çakallarla Dans 6’da Hakan Bilgin ile birlikte başrolleri Şevket Çoruh, İlker Ayrık, Timur Acar, Murat Akkoyunlu ve Didem Balçın paylaştı.
Hakan Bilgin, Habertürk'e verdiği röportajda sosyal medya takipçi sayılarının ünlüler için neler ifade ettiği konusunda çarpıcı açıklamalarda bulundu.
"HER YERE BİR SALDIRI DURUMU OLDU"
En son yaz aylarında Kos’ta görüşmüştük. O günden beri nasılsın?
İyiyim… Aslında pandemide çok oturduk. Haliyle ondan sonra başlayan tempoda yapabildiğimiz her şeyi harekete geçirdik. Tiyatrosuydu, dizisiydi, sinemasıydı, ders vermesiydi, moderatörlüktü, sunuculuktu… Eskiden ne hareket ediyorsa o devam ederdi, diğerlerini biraz daha yavaş yapardık. Çünkü zaten gelecek devam ediyordu ya, şimdi neyin geleceğini neyin devam edeceğini bilmediğimiz için her yere bir saldırı durumu oldu. Pandemideki eksileri kapatmak için biraz… Onun için şu anda ajandayı doldurduk. Bundan hiç mutsuz değilim o yoğunluk ister istemez senin gibi kardeşlerimize gelmemizi engelleyebiliyor.
"O AJANDAYI AĞLAYA AĞLAYA SİLDİK"
Aslında pandemiden önce de oldukça yoğundun. Pandemide mesleki bir açlık oluşmuştur.
Yoğundum ama pandemiyle birlikte o ajandayı ağlaya ağlaya sildik. Büyük bir açlık vardı. Sahne üstü komple bitince yaptığımız her şey tükendi. O çok korkunç bir şey. Bazı insanlar pandemide işlerini, alanlarını değiştirdi. Bir şekilde sistem döndü. Biz en fazla canlı yayın yaptık, başka bir şey yapamadık.
"HİÇ ANTİDEPRESAN KULLANMADIM"
Psikolojin nasıl etkilendi?
Ben şöyle atlattım; hiç antidepresan kullanmadım. Çünkü pandeminin bende oluşturduğu bir travma da olmadı. “Hakan, yarı açık bir cezaevindesin oğlum. Sana evinde güzel bir imkân vermişler. Bak burası çalışma masan, önünde bir tane de balkonun var. Akşamları da ailenle yemek yeme ihtimalin var. Otur burada okuyamadığın kitapları oku, yazamadıklarını yaz” dedim. Kendimi buna inandırdım. Bir mâhkum gibi evde oturdum, ne denildiyse onu yaptım. Sonra Ahmet Şerif İzgören, yaptığım bir görüşmede bana “Neden kitap yazmıyorsun?” dedi. Bunun üzerine o dönemde bir de kitap yazdım. Aslında benim için çok verimli geçti, kötü geçmedi. Hatta mobilya tamirinden, resim ve yemek yapmaya kadar evde yapılabilecek her şeyi yaptım.
Ekmek de yaptın mı?
Tabii. Benim zaten glütensiz ekmek üzerine bir çalışmam vardı, onu da yaptım. O açıdan herkes kilo aldı ama ben kilo verdim. Bazı şeyleri test etme şansım oldu. Kendimi ne kadar zorlayabildiğimi test ettim. Okuyamadığım kitapları okuyabilme şansım olduğu için kendimi ödüllendirdim.
O halde “Her şerde bir hayır vardır” sözünü hayata geçirenlerdensin…
Aynen… Önemli olan başına gelenleri pozitife çevirebilmek. Zaten hayat da o. Kötü şeyler, ölüm ve büyük bir hastalık olmadıktan sonra her zor şartın insana bir şey katabileceği düşüncesindeyim. Öyle olunca da hayat kıymetli olabiliyor.
"ANLATABİLDİĞİN KADARSINDIR"
Kitap yazma fikrine gelelim. Konuyu biraz açar mısın?
Tarzını, tavrını çok sevdiğim için Ahmet Şerif İzgören ile tanışmak istedim. Tanıştım, “Niye yazmıyorsun? Anlatabildiğin kadarsındır. Bir de yazarsan hiç tanımadığın insanlar, gidemeyeceğin yerlerdeki insanlar okuyabilir” demişti. “Ben yazar değilim. Haddimi bilirim, yazarlık başka bir şey” dedim.
Hep çok mütevazisin... Neden?
Mütevazi olmak için bir şey yapmıyorum. Böyle davranması çok daha kolay. Ötekisi çok iddialı. “Hallederiz, onu da yaparız” Hayatım boyunca yaptığım şeylerin eksiğini anlatmışımdır ama “Biz hallederiz” deyip üstünü anlattığım hiç olmadı. Sanki o zaman büyük bir yalan söyleyeceğim ve o yalan yarın öbür gün senin tarafından bir yerden ortaya çıkarılacak ve benim yanağım kızaracak duygusu beni çok rahatsız eder. Onun için hiç yapmadığım bir şeyi anlatmadım.
"BUNU BİLİNÇLİ YAPMADIM"
Benim söylemek istediğim şu; kaç yıllık deneyimin var ve tabii ki yazabilirsin.
Zaten sohbet eder gibi yazdım. Editörler, “Ne kadar sıcak” dediler. Bunu bilinçli yapmadım. Bir 40 - 50 sayfa gönderdim ve beğendiler. Sonra bir anda o hırsla 189 sayfa kitap yazdım. Ben de yazdığıma şaşırdım.
Devam etmeyi düşünüyor musun?
Düşünüyorum ama o 189 sayfayı 52 senenin birikimiyle yazdım. Bir 52 sene daha biriktirebilirsem yazarım. Kitap yazmak için kitap yazmam. Çünkü şuna çok inanıyorum; şu anda 4 bin tane satılmış durumda 2’nci baskı bitiyor. O kitabı okuyan 4 bin kişiden 500 tanesi bile artık kavga etmemeyi düşünüyorsa ben o konuda müthiş bir şey başarmışımdır.
"HİÇ ÖYLE BİR ADAM OLMADIM"
Bir kişi bile alsa farkındalık yaratmış oluyorsun…
Aynen öyle. İnsanların hayatlarını değiştirecek hikâyeleri yaşamayı ya da görmeyi hissedersem mutlaka yazarım. Çünkü o benim için çok anlamlı bir şey. İnsanlara etki edebilme duygusu.
Senaryo yazmayı düşünüyor musun?
Hiç öyle bir şeye girmiyorum. Ben şöyle oyunculardanımdır; bazen gidersin sette, oyuncular vardır. “Ağabey, böyle senaryo olur mu? Ne yapmışlar?” derler. Ben de hep derim ki; “Sen yaz, oynayalım.” Şu anda oyuncuyuz. Evet, eleştirebiliriz ama bir hafta içinde 140 sayfalık bir şey yazmak zorunda olan bir yazara çamur atmak bana çok anlamlı gelmiyor. Örneğin oyunu seyreder, hayatında daha bir tek bile oyun yönetmişliği yoktur ama rejiye “Bu böyle olmaz” diye anlatır. Biraz öyle, Twitter’dan da çamur atmayı severiz. Ben hiç öyle bir adam olmadım. “Neden film yönetmiyorsun?” diyorlar. O başka bir şey. Ben kamera bilgisi bilmem, o teknik başka bir şey. Tiyatro yönetebilirim ama… Başka bir tecrübe ama dersine çalışırsam olabilir tabii ki. Biraz haddimizi de bilelim, herkes de işini yapsın. Ben hem düğmeye basacağım kendimi çekeceğim hem röportaj yapacağım. O orada çalışmasın, ekonomi yapalım, biz 3 kişi çalışalım ve röportaj yapalım. Öyle olur mu? Herkesin bir işi var.
"BUNU DA HİÇ BİLMİYORDUM"
Senden senaryo anlamında çok güzel hikâyeler çıkabileceğini düşünüyorum.
İyi bir hikâye anlatıcısıyım. Onun dökmesi olabilir ama bilmiyorum. Olabilir…
Tiyatro oyunları hariç televizyon dizisi ve sinema filmi anlamında yıllık ortalama çalışman iki yapım. Bu konuda neler hissediyorsun?
Bunu da hiç bilmiyordum. İki yapım derken, iki yapımda mı çalışmışım? Nisan, mayıs, haziran, temmuz ve ağustos.. Bu beş ay içinde 5 film çektim. Bu sene istatistiği yukarı çekmiş olabilirim.
"ORAYA HER GİTTİĞİNDE VÜCUDUNU FARK EDİYORSUN"
Yılda ortalama 2 yapımda rol almak sana ne hissettiriyor?
Hep devam ediyor. Her sene bir oyunda mutlaka sahneye çıkmak istiyorum. Çünkü tiyatro bizim için aynı zamanda bir antrenman yeri. Kendimizi tazelediğimiz, yenilediğimiz, yeni bilgiler edindiğimiz bir yer. Bir de her oyunda aynı oyunu oynuyorsun ama antrenmana çıkıyorsun. Sporcuların spor salonuna girmesi gibi. Oraya gittiğinde vücudunu fark ediyorsun. Bunun antrenmanını yapmadan televizyonda bir dizide oynadığında, antrenmansız sahaya çıkıp top oynayan futbolcu gibi oluyoruz. Tiyatro olmadığı bir pandemi dönemi oldu ki o zaman da dizi olmadı zaten ama tiyatro yapmadan dizi yaptığımda kendimi hantal hissediyorum. Şimdi bu kadar çok yapımda olmanın ne hissettirdiğine gelelim. Bilmiyorum. Bana kaç filmde oynadığımı sorsan, vallahi bilmiyorum. Ben saymayı sevmiyorum, süreci seviyorum. Finalde şu kadar olacak diye bir derdim de yok. Süreç güzelse o süreç benim için tarihi bir an oluyor. Keyifli bir an oluyor. Her seçtiğim filmin mutlaka bir sebebi vardır. Ya ekibi sevdiğim için seçmişimdir ya hikâyeyi sevdiğim için seçmişimdir ya da yapımcı çok iyi bir insandır ve onunla çalışmak gerektiğini düşünmüşümdür. Hepsinin bir nedeni vardır. Bu arada tabii nedeni olmadığı için de reddettiğim filmler olmuştur. “Bu filmde olsam ne olur? Olmasam ne olur? Bu filmi bir yere de taşıyamam. Bunlar boşu boşuna masraf etmesinler” deyip reddettiğim filmler de oldu.
Zaman zaman sosyal medya hesabındaki takipçi sayılarına göre oyuncu seçildiğini duyuyoruz. Bu konuyu nasıl değerlendirirsin?
“50 bin takipçiyle sizi oyuncu olarak nasıl kabul ediyorlar” diyorsun.
"GÖRÜŞMELERDE BUNUN ACISINI ÇEKTİM"
Öyle demiyorum. “Bazı oyunculara bilgi ve yeteneklerine göre rol veriliyor” diyorum.
O oyuncu seçiminden daha çok şöyle bir şey yapıyorlar diye düşünüyorum; hikâyenin içerisinde bir kanal oluşturuyorlar. Orada o oyuncuları taşıyabilecek bizim gibi oyuncuları koyuyorlar. Sonra bu iş artık iletişimle, sosyal medyayla çok alakalı olduğu için sosyal medyada da bu işin duyulması için o insanları da takviye olarak içine sokmaya çalışıyorlar. Mesela reklam görüşmelerinde bunun acısını çektim. Bir gün bir reklam görüşmesine gittiğimde “Hakan Bey, sizin Instagram da bayağı bir 50 bin” dediler. Güldüler... “Instagram’ın sizin reklamla ne alakası olabilir ki?” dedim. Zannediyorlar ki benim 50 bin takipçim var ya ben ne koysam 50 bin kişi onu tıklayacak. Böyle bir şey yok. Dolayısıyla bir milyon takipçinin de karşılığı bir milyon değil. O videoyu 1000 - 1500 kişi seyrediyor. Bugüne kadar sosyal medyada çok meşhur olmuş birisinin sinemada veya televizyonda yaptığı hikâyede çok başarılı olduğunu görmedim.
"ÇOK SİNİRLENDİM. ÜZÜLDÜM DE..."
Bu durum sana ve senin gibi oyunculara psikolojik olarak zarar vermiyor mu?
Reklam görüşmesinde bana bunu söylediler, çok sinirlendim. Üzüldüm de... İkinci gün sabahtan akşama kadar sanırım 30 - 40 tane hikâye paylaştım. “Merhaba. Nasılsınız? Günaydın. Sağ olun. Evet, bakın bugün neredeyim” diye... Sonra sıkıldım. Ana haberde gazeteci gibi sürekli günü haber veren birisi gibi bir durum var. Örneğin benim o gün bir yerde kahve içtiğimden, millete ne? Düşünüyorum, bunu neden izlesinler? Hakan Bilgin’i sevsen de bir süre sonra sıkılırsın. “Bugün şunlarlayım. Şimdi Sarıyer’e geldim biliyor musunuz?” Ee? Bunu bir gün yaptım ama gerçekten böyle yaşayan bir insanın, gün içerisinde 30 video atan bir insanın nasıl bir hayat sürebileceğini, hayatından ne kadar çok zaman harcadığını görünce onlar için gerçekten çok üzüldüm ama onlar onu paraya çevirdikleri için belki de mutlular, bilmiyorum. ‘Mekânın Sahibine Geldik’ diye bir YouTube kanalımız var. Kendi Instagram sayfamda onun reklamlarını yapıyorum. ‘Toplum Gönüllüleri Vakfı’nın gecesi vardı. O gece orada güzel dakikalar varsa çok sevdiğim dostlarla fotoğraflarım varsa onları paylaşıyorum. Onun ötesi takipçiler için de fazla zaten. Bir de bazıları var; mesela adamın 2 milyon takipçisi var. Akışına bakıyorsun o görüntüyü 150 kişi izlemiş. Bir yerde bir şişme rakam var yani. Orada da güvenemiyorsun, hiçbiri organik değil. O zaman da bu sosyal medyayı bence çok zorlamamak lazım. İnsanlar paylaşsınlar işte. Bunu bir iş gibi görmemek lazım.
"ÇÜNKÜ İNSANLAR ANLAR GÖRMEYE BAŞLADI"
‘Çakallarla Dans’a gelelim 6’ncı filminiz. İlk filmden sonra devam edeceğinizi düşünüyor muydun?
Düşündüğümüzü iddia edemem. Çünkü ikincinin çekileceğini söylediklerinde “Valla mı? Süper” demiştim. Birinci çekilirken şöyle bir iddia oldu. Ki bunda sevgili Tümay Özokur’un da katkısı vardır. Murat Şeker bu ekibi kurarken içine farklı bir yıldız koymadı. “Farklı güzel bir kız koyalım” demedi. Her işte olması gereken mantık yerine tıpkı zamanında Ertem Eğilmez’in yaptığı Ayşen Gruda’nın, Şemsi İnkaya’nın, Müjdat Gezen’in olduğu, hepsinin aktör ve aktris olduğu, hepsinin güçlü olduğu ve çok manasızca önde olup klasik esas kız esas oğlana girmeden yaptığı işler gibi… Gerçekten birileri Fikirtepe’de yaşıyormuş ve bu yaşayan adamların hikâyesine de bir film çekmişler gibi bir karşılık gördü. Bence bu bir kumardı, kolay bir şey değildi. Sinemanın içerisinde var olmayabilirdi. Ki zaten bizim filmin birinci gişesi 260 bin küsurdu. İzleyiciler, şöyle bir baktı fakat sonra iş televizyon ve sosyal medyaya geçtikten sonra bir anda patladı. Çünkü insanlar anlar görmeye başladı. “Çok komik. Bak başlarına ne geldi” dedi. Didem hiçbir zaman çok güzel bir kadınım edasıyla çıkmadı. Bir aktris olarak çıktı ve gerçekten de aktrisliğini ortaya çok güzel koydu. Yıllar önce Ayşen Gruda’nın, Perran Kutman’ın koyduğu kadar… O isimler kadar günümüzde komik bir kadın olmayı başardı. Müthiş… Kendisi çok hoş bir kadındır ama komik kadın olarak 6 filmdir o kasnağın içindeki kadın olarak var oldu. Bu çok zor bir şeydir. Sonra 2’nci filmin denemesi geldi, 3 - 4 derken bir anda “6 olmazsa olmaz” dediler ve 6’ya kadar geldik.
"BUNU KORUMAK ÇOK KOLAY DEĞİLDİR"
Filmin dikkat çekici unsurlarından biri de kadronun hiç değişmemesi… Kadronun hiç değişmemesinin alameti fârikası nedir?
Zaten başarılı olmasının sebebi de bu. Çünkü birinci filmden beri İlker, Şevket’e “Şevket ağabey” der. Şevket, Hakan’a “Hakan ağabey” der. Murat ile Hakan 30 senedir arkadaştır. Timur, yıllardır kardeşliğini o kadar güzel yaşatır ki… Herkesin hiyerarşisi, ekonomileri, ünleri, statüleri, toplumdaki yerleri değişse de birinci filmin karavanındaki ağabey - kardeş ilişkisi neyse öyle devam etti. Keza aynı şey Murat Şeker ve Ali Tanrıverdi için de geçerli. Her şey ilk filmde de 6’ncı filmde de aynıydı. Bunu korumak çok kolay değildir. Hele bu sektörde korumak çok kolay bir şey değildir. Çünkü iş hayatında bellidir. Satışçı girersin satış müdürü, pazarlama müdürü, genel müdür, CEO olarak gidersin. Burada bile yolun bellidir ama o kadar çok yan etken var ki… Şöhret, para, çevre, sosyal çevre, seni pofpoflayanlar, geldiğin makamlar, bulunduğun kanallar… Hepsi sana başka bir kıyafet giydirir. ‘Çakallarla Dans’a geldiğinde bütün ekip üzerindeki kıyafetleri çıkartıp ta birinci sınıftaki çocuk Şevket’e çocuk İlker’e çocuk Hakan’a dönüşüyor. Bu ilişki baştan beri var olduğu için bu samimiyet her zaman ekrana da yansıdı. İçeride kavgalar olmaz mı? Kardeş kavgaları var tabii ki… “Bu böyle olmaz, şu şöyle olur” diye hep eleştiren ama bunun üzerine geyik yapan insanlar vardır. Murat’a bir şey için takılınır. Şevket, bazen “Bunu da yapalım” diye kendini eleştirir. Herkes birbiriyle dalga geçebildiği için herkes birbiriyle bunu konuşabildiği için bu samimiyet buraya gelmiştir. Televizyonda çalışınca daha çok prodüksiyon işi oluyor ve biz tiyatrodan gelmiş adamlar olduğumuz için o kulisteki geyik bizi insan kılıyor. O insanı ne kadar insan tutarsan sahnede yarattığın o rol de içinde insan olduğu için çok gerçek oluyor ama sen prodüksiyon işine gittiğinde tanışıyorsun “Mehmet bey, oğlunuzu oynayacak” diyorlar. “Merhaba, ne haber?” diyorlar. Ben hiç tanımadan o çocukla oynayamam. Gel bir oturalım, çay içelim. Bir karavanda geyik yapalım. Hikâyen neymiş bir dinleyeyim. Zamanlaması ne? Konuşması ne? Ona göre çıkıp oynayayım. Ben hiç tanımadığım adamla oynayamam, o kadar profesyonel değilim.
"İNSANLAR BURADA GÜVENLİ BİR ALANDALAR"
Kanımca ekibin egosuz oyunculardan oluşması da önemli bir etken…
Evet, ego niye olsun ağabey? Hacet var mı? Ego denilen şey insanların maskesidir, zarar görmemek için takarlar. Burada insanlar güvenli bir alandalar. Biliyorlar ki Hakan, Timur’a, Timur Şevket’e, Şevket İlker’e zarar vermez. Böyle olunca kimse o maskeyi takmıyor. Adam sete gidiyor, menajeri “Aman dikkat et. Onu yapma, bunu yapma” diyor. Yapımcı ve yönetmen de aynı şekilde. Genelde şu anda setlerde yaşlılar ve kapris yapması gerekenler hiçbir şey yapmayıp gençler yapıyor. Çünkü onlar aynen yeni gelin gibiler. Gelin kaynanayla temas ederken bir doldurulup gönderilir ya, yeni oyuncular da aynen öyleler. “Bir dakika o öyle olmaz. Ama eziliyoruz” diyorlar. Nasıl eziliyorsun? Bu kadar kolay mı bu iş? Burası onlar için güvenli alan.
"TİYATROYA DÖNÜŞ BİRAZ DAHA HIZLI OLDU"
Tiyatro salonları pandemiden önce çok dolmaya başlamıştı. Pandemide durdu sonra tekrar bir ilgi gösterilmeye başlandı. Kültür sanat etkinliklerinin geneline ilgi arttı. Sence bunun nedeni pandemideki o iki yıllık açlığı doyurmak için mi yoksa memleketimizin kültür sanata olan ilgisi arttı mı?
Tiyatroya dönüş sinemaya dönüş kadar yavaş olmadı. Tiyatroya çok daha hızlı oldu. Biz pandemi döneminde oturduğumuz sürece hep televizyon izledik. Film ve dizi seyrettik. Sonra sokağa çıktığımızda ilk değerlendirdiğimiz şeyler parklar, yeşillikler, sosyal ortamlar, beraber olabileceğimiz doğum günleri, partilerdi. Bunlar canlı yani. Sinemaya gitmek, evde dijital bir platformdan izlemekten tabii ki çok farklı ama yine film seyrediyordun. Dolayısıyla tiyatro canlı. Adamı görüyor, canlı canlı nefes alıyor ve “O nefes alıyor, ben de nefes alıyorum ve ağzımızda maske yok. Bunu kutlamak istiyorum, bunu yaşamak istiyorum” diyor. Onun için tiyatroya dönüş biraz daha hızlı oldu. Dijital platformlar evde sinema seyretmenin konforunu bize çok yaşattıkları için sinemaya o kadar çabuk geçemedik. Birçok sinema sanatçımızı o tarafa çektikleri için seyirci sinemadan biraz yoksun kaldı. Onları illa oradan seyretmeleri gerekti. Öyle bir zorunluluk getirince herhalde izleyicileri biraz da sinemaya kızdı.
Ama geri dönüş sağlanacaktır değil mi?
Tabii ki. Bunlardan birini de ‘Çakallarla Dans’ ile yapacağız inşallah.
Gönder